ÖMRÜMÜN GÜZEL İNSANLARI 🤍

Yalan insanın ruhunu öldürür.

Ayrılıktır aslında ölümü acı kılan.

Ön yargı; arı soktu diye bal yememektir.

İnsanın gerçek gücü sevgisinde açığa çıkar.

İki insan birbirinin farkına varınca iletişim başlar.

Mutlu olmak istiyorsan, mutlu etmesini bilmelisin.

Mükemmel değil, iyi insan yetiştirmeyi hedefleyin.

Kendisi olmaktan korkmayan insan güler yüzlüdür.

İnsanın kaçamayacağı en büyük otorite kendi vicdanıdır.

Ruhu öldürmek, bedeni öldürmekten daha büyük bir cinayettir.

Dil ne kadar yetersiz kalıyor insanın düşündüklerini anlatmada.

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır.

Aklını gönlünün değerleriyle yöneten insan yaşamının efendisidir.

Mutluluk aramakla bulunacak bir şey değildir, onu inşa etmek gerekir.

Kendi özüyle ilişkisi olmayanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz.

Sanırım çocuğun aklını hiçe saymak ona yapılabilecek en büyük zulüm.

Etrafında kimseyi bulamamak zor, içinde kimseyi bulamamak ise daha zor.

Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur.

Hiç hata yapmayan insan, hiçbir şey yapmayan insandır. Ve hayatta en büyük hata, kendini hatasız sanmaktır.

Doğan CÜCELOĞLU .
 
"Ne de olsa kışın sonu bahardır"demişti ya Daimi,
Kendini asi fırtınalara kaptıranlar göremezler güneşin her daim gökyüzünde beklediğini
Elindeki kepçeyi yoksulun aşına daldıranlar bilemezler açlığın karın sancısını
Görmezler ve duymazlar
yoksulluğun gökyüzünde yankılanan feryadını
Oysa bütün mevsimleri iliklerinde hissedenler bilir ki,
Her kışın sonu bahardır
Yeter ki yepyeni baharları hasretle kucaklayalım
İnanın yorgun insanlarım
İnanın yeter ki,
Çayırların çimenlerle dans ettiği
Dağ başlarındaki karların nehirlerle coştuğu
Ardahan'dan Edirne'ye
Mersin'den Sinop'a
Yurdun dört bucağının tek yürek olduğu günler gelecek bir gün
İşte o gün var ya,
Güneş batmaya utanacak
Yeter ki inanalım
O gün güneş yüzümüzde esir kalacak
 
Elli yaş üstüne dokunmayın. Ciddiyim.
Onlar sadece başka bir nesil değil; onlar gerçek hayatta kalmışlardır

Bayat ekmek gibi sert,
büyükanne terliği gibi hızlıdırlar hem de boomerang gibi isabetli.
Beş yaşındayken annelerinin ruh halini tencerenin tınısından okurlardı.
Yedi yaşında bir anahtar demetleri vardı ve şöyle bir talimat:
“Yemek buzdolabında. Isıt ama dökme.”
Dokuz yaşında reçetesiz borş çorbası yapabilirlerdi;
on yaşında su vanasını kapatıp, komşunun köpeğinden kafalarında kova ile kaçarlardı.

Tüm gün dışarıda kalırlardı, telefonsuz, ama rotaları belliydi:
Barfiks demiri, dere, gün batımında eve dönüş…
Dizlerinde yara izleri küçük savaşlarının haritası.
Ve hayatta kaldılar.

Yaralarını tükürük ve sinir otu yaprağıyla tedavi ederlerdi.
Canları acıdığında ise şu cevabı alırlardı:
“Sarkmıyorsa, bir şeyciğin yok.”
Şekerli ekmek yerlerdi, bahçe hortumundan su içerlerdi
öyle bir mikrobiyom ki, her yoğurdun hayali.
Alerjiler mi? Umursamazlardı. Varsa da pek dile getirmezlerdi.
Ot, yağ, kan ya da mürekkep lekesini çıkarmak için on beş farklı yöntem bilirlerdi.

Çünkü eve “düzgün görünerek” dönmek gerekirdi.
Ama hepsi bu değil.
Onlar şu şeyleri gördüler:
Transistörlü radyo,
Siyah-beyaz televizyon,
Plakçalar ve vinil,
Makaralı teyp ve kaset,
CD ve Discman…
Ve şimdi ceplerinde binlerce şarkı taşıyorlar,
ama hâlâ kalemle kaset sarmanın çıkardığı o hışırtıyı özlüyorlar.

Ehliyetlerini alıp eski bir arabayla ülkeyi geçerlerdi.
Ne otel, ne klima, ne GPS.
Sadece kağıt bir yol haritası ve torpido gözünde bir yumurtalı sandviç.
Ve hep varırlardı. Google Translate olmadan, ama gülümseyerek.
Onlar internet olmadan yaşamış son nesil.

Taşınabilir şarj yoktu,
ve “şarjım bitiyor” endişesi hiç olmadı.
Koridordaki duvara sabit telefonları, defterlerde yazılı tarifleri
ve takvimde unutulmuş doğum günlerini hatırlarlar.

Onlar:
Her şeyi bantla, ataçla ya da penseyle tamir ederlerdi,
Tek kanallı televizyonları vardı, ama hiç sıkılmazlardı,
Güncellemeleri değil, telefon rehberlerini karıştırırlardı,
Cevapsız çağrıya “İyiyim, seni sonra ararım” derlerdi.

Farklılar.
Duygusal asbestleri var, eksiklikle yoğrulmuş bir bağışıklıkları,
ve şehirli bir ninja refleksi.
Elli yaş üstüne dokunmayın:
O, sizden çok şey gördü, daha derin yaşadı,
ve cebinde sizin çocuğunuzdan daha yaşlı bir nane şekeri taşıyor.
Çocuk koltuğu olmadan, kasksız, güneş kremi olmadan bir çocukluk…

Laptopsuz bir okul.
sonsuz kaydırma (scroll) olmayan bir gençlik geçirdi.
Cevapları Google’da aramaz:
İçgüdüsüne güvenir.
Ve sizin bulutta sakladığınız fotoğraflardan daha fazla anısı vardır
 
Benim hayatımda güzel insan pek kalmadı. Etrafımda dost görünümlü kişiler, turnusolda deşifre oldu ve büyük bölümünü hayatımdan çıkardım ki buna bazı birinci derece yakınlar da dahil. Gerçek dostu olanlara ne mutlu1000085152
 
KİM HIRSIZ BAK NASIL BİLİR HIRSIZ ÇÜNKÜ MESLEĞİNİ İYİ YAPİYOR HELAL OLSUN....
ÜLKEMİ YÖNETEN SİYASETÇİLER.....!
BU TOHUMU SİZ EKEBİLİRMİSİNİZ???

(Pek Sanmıyorum)

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çaldı..
Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkardılar. Hırsız İmparator'u görünce ona şöyle dedi;
"Değerli efendim, çok açtım,
dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak.."

İmparator dudak büker;
"Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?"

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve;
"Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz.."

İmparator kahkaha atarak;
"Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni.." dedi.

Yoksul adam;
"Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım..
Bu tohumu ancak, ömründe hiç
çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz.."

İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle;
"Ben imparator'um bahçıvan değil, o tohumu başbakana ver eksin de altın meyveleri görelim." dedi..

Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca başbakan telâşe içersinde İmparator'a dönüp itiraz etti.
"Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinadar başı eksin.."

Hazinadar başı da hemen bir bahane buldu ve bu görevi başkasına devretti.

Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçındılar..

Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü. Başı önünde başbakana, hazinadara ve bütün görevlilere dik dik baktı ve;

"Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." dedi.
Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için attı.

Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izledi..

Sonra da gülerek;
"Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter." dedi..

Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde tohumu ekecek temiz kimse var mı dersiniz????

(BENCE YOKKKK....!)

Okumayi, hele uzun yazilari okumayi pek sevmeyen bir toplumuz, okuyan nokta koyabilir mi.....
 

Geri
Üst